Kanlı Noel, 20 Aralık ya da 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Türklerine karşı başlatılan silahlı saldırılara verilen isimdir. Adadaki toplumlararası çatışmaların başlangıcı olarak kabul edilmektedir.Olaylarda toplam 364 Kıbrıs Türkü ile 174 Kıbrıs Rumu ölmüştür. 20 Aralık 1963 gecesi, Lefkoşa'nın Tahtakale semtinde otomobillere açılan ateş sonucunda Zeki Halil ve Cemaliye Emirali öldürülmüştür.
İlk başta 30 köy saldırılara maruz kalmıştır. Toplamda ise 103 köye saldırılar yapılmıştır.Lefkoşa’nın Küçük Kaymaklı semti kuşatma altına alınmıştır. Kanlıdere bölgesinde Türklere karşı saldırı düzenlendi. Larnaka ve Tuzla'da Türk evlerine ateş açılmış ve dokuz kişi öldürülmüştür. Bölgedeki 13 Türk köyünün sakinleri de 23 Aralık gününden itibaren daha büyük Türk köylerine göç etmiştir. 1 Ocak 1964 günü Daily Herald olayları şöyle bildirmiştir: Türk evlerine geldiğimde dehşete düştüm. Duvarlar dışında tamamen yok olmuşlardı. Bir napalm saldırısının bile bu kadar büyük bir yıkım yaratabileceğinden şüphe etmekteyim.
Ayvasıl'daki Olaylar
Ayvasıl'da da Türklere saldırılar yapıldı. Bu saldırılar 21-22 Aralık günü gerçekleşti. Halil Sadrazam, köyde ilk önce 12 kişinin öldürüldüğünü belirtmektedir. Daha sonra, öldürmeye devam ettiklerini söylemektedir. 3 Ocak 1964 tarihinde, 9 kişinin cesedi bulunup gömülmüştür. 13 Ocak 1964 tarihine kadar devam eden kazılarda toplam 21 kişinin cesedi bulunmuştur.Öldürülenler Lefkoşa Tekke Bahçesi (Şehitliği)'ne defnedilmiştir.
Kumsal Baskını
24 Aralık 1963'te Lefkoşa'nın Kumsal semtinde 11 kişi öldürülmüştür. Bunlardan 4'ü Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan (o dönemde 1960 anlaşmalarına göre Kıbrıs'ta görev yapan 650 kişilik Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Komutanlığı'nda görevli Binbaşı)'ın ailesiydi. İlhan'ın evinin banyo küvetinde eşi Mürüvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ile Hakan ölü olarak bulunmuştur. Baskının yapıldığı ev daha sonra Barbarlık Müzesi adıyla ziyarete açılmıştır.
Sonuçlar
364 Kıbrıs Türkü ile 174 Kıbrıs Rumu hayatını kaybetmiş, 8.667 Kıbrıs Türkü yaşadığı 103 köyü terk etmiştir. 22 Aralık 1985 tarihli Milliyet gazetesinde ise göç etmek zorunda kalanların sayısı 25 bin olarak verilmekte, 23 Aralık 1993 tarihli gazetede ise sayının 30 bin olduğu belirtilmektedir. John Terence O'Neill ve Nicholas Rees de 30 bin Kıbrıs Türkünün göç etmek zorunda kaldığını belirtmiştir. 25 Aralık'ta Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı mevzilere konuşlandırılmış ve Türk Hava Kuvvetleri'nin savaş uçakları Lefkoşa üzerinde uyarı uçuşlarına başlamışlardır. Olaylar üzerine 30 Aralık 1963 günü toplanan Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan hükümetleri Yeşil Hat'tı belirleyen Yeşil Hat Antlaşması yapıldı.
Veba doktoru, veba hastalığı kurbanlarını tedavi eden bir tıp doktoru idi. Özellikle köy ve kasabalarda veba salgını olması durumunda halk tarafından kiralanıp kasabaya getirilirlerdi. Zengin-fakir herkesi iyileştirdiklerinde ücretleri verilirdi. Ancak, bazı veba doktorları, daha fazla gelir elde etmek için hastalara ve ailelerine özel tedaviler sunmak ve/veya yanlış ilaçlar vermekle tanınırlar. Bunlar normal, profesyonel doktor, hekim veya cerrah değil, genellikle işinin ehli olmayan veya pratikleşerek kendi işini kurmaya çalışan ikinci sınıf doktorlardı. Bu doktorlar hastalarını nadiren de olsa iyileştirirlerdi, ne var ki, bu şekildeki doktorların sayısı hayli azdı.
Veba doktorları veba hastalarını kendi sözleşmeleri üzere tedavi ederlerdi ve belediye bağlı ya da "toplumun veba doktorları" olarak bilinirlerdi. "Genel pratisyenler" ayrı doktorlardı. Aynı Avrupa kenti veya kasabasında iki doktor da aynı anda bulunabilirdi.Fransa ve Hollanda'da, veba doktorları genellikle tıp eğitiminden yoksundu ve "gözlemci" olarak atanırdı. Bir vak'ada bir veba doktorunun hekim olmadan önce aslında bir meyve satıcısı olduğu kaydedilmiştir. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda, bazı doktorlar kokulu maddelerle dolu Gaga benzeri bir maske giydi. Maskeler, onları kokuşmuş havadan korumak için tasarlanmıştı. Koku, (hastalık yapıcı mikrop teorisine göre) enfeksiyon nedeni olarak görülüyordu. Bu kostümlerin tasarımı, XIII. Louis'in başhekimi olan Charles de Lorme'ye atfedilmiştir.
Tarihi Vebanın tarihte bilinen ilk örneği 6. yüzyılın ortalarına kadar uzanıyordu, ve salgının adı Justinianus Veba Salgını idi. En büyük veba salgını 14. Yüzyıldaki Kara Ölüm’dü. Kasabalardaki büyük insan kaybı ekonomik felakete yol açtı ve toplumun veba doktorları biraz daha değerli hale geldiler, kendilerine özel ayrıcalıklar tanındı. Örneğin; bu doktorlar vebaya karşı çözüm bulmak için özgürce otopsi yapabiliyorlardı.
Kostüm Bazı veba doktorları özel kostümler giyerlerdi. Giysileri 1630 yılında Charles de L’orme tasarladı. İlk olarak Napoli’de kullanıldı, fakat sonra tüm Avrupa boyunca yayıldı. Koruyucu kostüm ışık, cilalanmış kumaş palto ve genellikle ot, saman ve baharatlar ile doldurulmuş gaga şeklinde ağızlığı ve camdan göz kısmı bulunan maskeden oluşuyordu. Veba doktorları aynı zamanda hastayla temas etmeden tedavi etmek için yanlarında bir baston taşıyorlardı. Kokulu eşyaları dut, kehribar, gül, nane (bahçe nanesi), yapraklar, kafur, karanfil, afyon ruhu, mür ve ayı fındığı içerirdi. Hastalığın anlaşılmaya başlandığı ilk zamanlarda, bu kostümün doktoru hastaya bakarken pis havadan koruyacağına inanılırdı.
Münih Katliamı, Münih'te düzenlenen 1972 Yaz Olimpiyatları sırasında, Kara Eylül örgütüne bağlı silahlı militanlar tarafından gerçekleştirilmiş saldırı. İsrail Olimpiyat takımının 11 üyesi rehin alındığı olay, rehineler ve bir polisin ölümü ile sonuçlanmıştır.
Olimpiyatlar Öncesi
Altı Gün Savaşı'nın üzerinden yaklaşık 5 yıl geçmiş fakat İsrail ve Arap ülkeleri silahlanmaya devam etmiştir. Belli başlı kızışmalar olduysa da sıcak bir çatışma halinde bulunulmamıştır. Olayda görev alan saldırganlar, 1971 yılında El Fetih direniş örgütü içerisinde kurulan Kara Eylül adlı silahlı örgütün üyesiydi. Saldırı, Ürdün'ü Kara Eylül olayları sebebiyle cezalandırma amacı taşımaktaydı.
Olay ve gelişimi
4 Eylül'ü 5 Eylül'e bağlayan gece saat 4:30 sularında kafilenin bir kısmının kaldığı 2 apartman dairesine silahlı militanlarca bir baskın yapıldı. İlk arbedede İsrailli sporcu Yossef Romano ve İsrail güreş takımı antrenörü Moshe Weinberg, iki saldırganı yaraladıktan sonra öldürüldüler. Olaylar sırasında İsrailli sporcu Gad Tsobari ve halter takımı antrenörü Tuvia Sokolovsky kaçmayı başardı ancak saldırganlar 7 İsrailli sporcuyu ve 2 antrenörü rehin aldılar.
Saldırganların talepleri
Saldırganların talebi İsrail hapisanelerinde tutulan 234 tutuklunun ve Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu grubuna ait iki tutuklunun salıverilmesi idi. İsrail bu kadar acele bir şekilde pazarlık yapmayacaklarını Alman hükümetine bildirdi. Ayrıca olayı kontrol altına almak amacıyla İsrail'in kendi özel kuvveti olan anti-terör timini bölgeye yollama talebini de Alman hükûmeti reddetti. Bir süre sonra saldırganlar bu taleplerinden vazgeçerek helikopter eşliğinde istedikleri uçaklara kadar eşlik edilerek yurtdışına çıkmak istediklerini bildirdiler. Alman polis kuvvetlerinin uzman ekibi yoktu ve Alman ordusu, Almanya yasalarına göre olaya müdahale edemiyordu.
Sıcak dakikalar
Saldırganlar rehinelerle birlikte sağlanan iki helikoptere bindiler ve havaalanına doğru hareket ettiler. Saldırganlar havaalanına vardıktan belli bir süre sonra, havalanındaki ekip kendi inisiyatiflerine dayanarak operasyona başladılar. Saldırganlar uçağa yaklaştıklarında bomboş bir uçakla karşılaştılar. Tam bu sırada projeksiyon lambaları yakıldı ve keskin nişancılar ateş etmeye başladı. (Profesyonel keskin nişancı yoktu, gönüllü polisler vardı.)
İlk ateşte 2 saldırgan öldürüldü. 3. saldırgan ağır yaralandı. Bu sırada 4 helikopter pilotu, helikopterlerini bırakıp kaçtılar. Artık şanslarının kalmadığını düşünen bir saldırgan helikopterin içini taramaya başladı, daha sonra da el bombası attı. Bu sırada diğer saldırganlar da siper aldıkları pozisyondan çıkarak polise karşı bir yarma saldırısına başladılar. Sonuçta ilk çatışma sırasında öldürülen 2 saldırgandan sonra kalan 6 saldırgandan da 2'si bu saldırı sonucunda öldürüldü. Bir saldırgan kaçmaya çalışsa da Alman polisi tarafından yarım saat sonra yakalandı.
Olay sonrası
Olaylar, 11 İsrailli sporcu ve antrenör, 1 alman polisi ve 5 saldırganın ölmesi ile sonuçlandı. 3 saldırgandan 2'si sağ 1'i yaralı olarak ele geçirildi. Olay sonrasında olimpiyatlar durdu ve pek çok ülke olimpiyatları terk etti (olimpiyatların tarafsızlık ilkesi ve barış teması).
Ölen 5 Arap'ın cenazesi Libya'da devlet töreni ile gömüldü (büyük tepkiler alındı). Olaydan 1 ay sonra Lufthansa uçağı kaçırıldı ve 3 saldırganın serbest bırakılması istendi. Alman hükûmeti korsanların isteğini yerine getirdi. Olayların sonucu olarak İsrail sivil ve askeri pek çok örgütlenme kurarak bir dizi karşı saldırı başlattı. Suikastlara başladı. FKÖ'nün Çakal Carlos'dan karşı saldırılarda yardım aldığı bilinmektedir.
Bozkurt-Lotus davası, 2 Ağustos 1926 tarihinde Türk vapuru Bozkurt ile Lotus adındaki Fransız vapurunun Ege denizindeki Midilli açıklarında çarpışarak batması ve 8 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesi sonucu Bozkurt'un kaptanı ile beraber Fransız gemisinin nöbetçi kaptanı Demons'un İstanbul'da Türkiye Devleti tarafından tutuklanması neticesinde başlayan uluslararası bir davadır.
Dava öncesi
Fransa, tutuklama kararına itiraz ederek Fransız kaptanını Türkiye'nin tutuklama yetkisi olmadığını iddia etmiştir. Bunun üzerine Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı'na başvurulmuş, 1934 yılındaki Soyadı Kanunu ile Bozkurt soyadını alacak olan Mahmut Esat'ın Türkiye'yi savunduğu bu dava Türk tezinin kazanması ile sonuçlanmıştır.
Mahmut Esat dava öncesi süreci şu şekilde anlatmıştır: « Bir gün Atatürk ve İnönü beni nezdlerine çağırdılar. Meseleyi bir daha izah etmemi emrettiler. Anlattım ve sözlerimi şöyle tamamladım: "Paşam, Lahey Adalet Divanına gidelim, kimin haklı olduğu meydana çıksın. Ben hakkımızdan eminim. Müsaade ederseniz davamızı ben müdafaa edeyim. Kaybedersem memlekete bir daha dönmem. Fakat kazanacağız. Hem Adalet Divanı önüne gitmeden Fransızların dediğini yapacak olursak Fransız Devletinin tehditleri karşısında boyun eğmiş olacağız, bu da onlara diğer meselelerde aynı tehditleri öne sürdürmek cesaretini verecektir. Halbuki Lahey Divanına gidersek davayı kaybetsek dahi şeref ve haysiyetimiz zedelenmez. Zira milletlerarası bir mahkemenin hükmüne uymak şerefsizlik değil, bilakis büyük şereftir." Bu sözler üzerine Atatürk bana şu şekilde cevap verdi: "Güle güle git kazanacaksın, kazanmasan da memleket seni bağrına basacaktır".
Lotus Prensibi
Fransa, Türkiye'nin yaptığı tutuklamanın uluslararası hukuka aykırı olduğunu öne sürerek açık denizlerde işlenen suçlarda, yalnız geminin bağlı olduğu devletin kovuşturma hakkı bulunduğunu savundu. Adalet Divanı bunun zorunlu ve kesin bir kural olmadığına kanaat getirip suçun etkisinin Türk gemisinde görülmesi sebebiyle Türkiye Devleti'nin olayla ilgilenme hakkı bulunduğunu belirtti ve Fransız kaptanı hakkında kovuşturma yapmakla Türkiye'nin uluslararası hukuka aykırı davranmadığını kabul etti. Bu karar, literatüre Lotus prensibi ya da Lotus yaklaşımı olarak geçti ve "açık denizlerin serbestliği ilkesi" adı altında 1958 tarihli "Cenevre Açık Deniz Sözleşmesi"nde sözleşmeye taraf tüm ülkeler için kural hâline getirildi.
İlgili maddeler
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (United Nations Convention on the Law of the Sea) İlgili kitaplar Gülseren Akalın. “Bozkurt-Lotus Davası ve Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi, V. Uluslararası Atatürk Kongresi 8 – 12 Aralık 2003, Ankara; Beşinci Uluslararası Atatürk Kongresi (Bildiriler), C. II, s. 1555-1565, Ankara, 2005 Mustafa Balcıoğlu, Enver Bozkurt, M. Akif Kütükçü, Yasin Poyraz. Bozkurt Lotus Davası, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2003. ISBN 975-591-477-3
Lambda (Λ λ) (Yunanca:Λάμδα, Lamða) Yunan alfabesinin onbirinci harfidir. Fenike alfabesi'nin lamed (L) harfinden gelmektedir. İnce /l/ sesine denk gelir.Kimyada radyoaktif bozunumu temsil eder. Bunun dışında lambda harfi, Spartalıların sembolü olarak kabul ediliyordu. Bunun sebebi antik Yunanistan'da Sparta'nın kendilerini "Lakedaimonlar" olarak adlandırmalarıydı.
Aynı zamanda oyun yapım şirketi Valve'nin oyunu Half Life oyun serisinin amblemidir.
Lakedaimonlar (Yunanca Λακεδαιμόνιοι, Lakedaimonioi) Spartalılar anlamına gelen, Spartalılar ile eş anlamlı bir kelimedir. Kelime köken itibarıyla Spartalıların geldiklerini inandıkları ataları Lakedaimon'dan türetilmiştir. Lakedaimon, Yunan mitolojisinde Zeus ile Taygete'nin oğlu. Lakedemonia bölgesine adını veren kahramandır. Sparta krallarının atası sayılır.
Fransız İhtilali adını sıkça duyduğumuz tarihi bir olaydır. Fakat bu olayın ardından yaşanan gelişmeler, ortaya çıkan yeni fikirler ve adetler hadisenin dünkü gibi sıcak kalmasını sağlamıştır. Hatta şu anda dahi birçok güncel yorumda Fransız İhtilali'ne atıflar yapılmaktadır. İhtilal aslında yıllar süren bir fikrî hazırlık sürecinin ürünüydü.
18. asır tam manasıyla Fransız aydınlanmasının zirve dönemleriydi. Rousseau, Voltaire, Diderot gibi bugün dahi ünlerini muhafaza eden yazarlar bu dönemde eserleriyle halkı bilgilendirmeye çalıştılar. Fakat bu aydınlar kralı şiddetle devirecek bir ihtilalden yana değillerdi. Amaçları sistemin yeniden düzenlenmesiydi. Hiçbirinin ömrü de ihtilali görmeye yetmeyecekti.
İhtilal yıllarında Napolyon Bonapart, adı çok az kişi tarafından bilinen basit bir subaydı.
Çok fazla değil, sadece 10 yıl kadar sonra Avrupa'yı birbirine katacak olan Bonapart, ihtilal sırasında silik bir askerdi. Takip eden yıllarda özellikle Toulon'daki savunmayı yönetmedeki başarısıyla adı duyulmaya başlanacaktır.
Özellikle, olayların çağdaşı olmasa da bir nesil sonra yaşamış olan, meşhur Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa bu olaylar hakkında isabetli yorumlar getirmektedir. Bu durumda, hadiseyi aradan geçen yıllar sebebiyle geniş çerçeveden ve neticeleriyle birlikte değerlendirebilmesinin de etkisi vardır.
Fransız İhtilali'ne temelde bir ekonomik kriz dönemi sebep oldu.Birkaç yıldan beri süre gelen mali buhranlar bir türlü aşılamıyordu. Fransa'da maliye bakanları art arda değişiyor fakat hiçbirisi mevcut durumu iyileştirmekte başarılı olamıyorlardı. Ahalinin sabrı, orta sınıf eğitimli kesimin de tesiriyle, gittikçe taşıyordu. 1789 başlarında état Généraux (Eta Jenegho) adlı olağanüstü danışma meclisi toplandı.
1320'den itibaren aralıklarla toplanan bu meclis, bir nev'i kralın zor durumları danışma heyetiydi. Bazen 50-60 yıl toplanmadığı da olmuştu. Soylular ve ruhbanların çoğunluğunu oluşturduğu meclise bu sefer az da olsa köylülerden de temsilciler girmişti.
Hareketin kıvılcımları Camille Desmoulins adlı bir gazetecinin attığı nutukla alevlendi.
Etats généraux (danışma meclisi) kralın aristokrat vekilleri kayırması sebebiyle kısa sürede karıştı. Çoğunluğu sağlayan diğer vekillerin direnmesiyle birlikte kralı yok sayan cemiyet kendisini Milli Meclis ilan ederek idareyi ele aldığını ilan etti.
14 Temmuz 1789'da Camille Desmoulins'in alevli nutkuyla hareketlenen ahali Bastil Hapishanesine hücum ederek orada suçsuz yere tutulduğuna inandıkları mahkumları serbest bıraktılar. İhtilalciler kısa sürede Paris'i ele almışlardı bile. Kral XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette yargılanıp 1793'te idam edildiler.
İhtilalcilerin de kendi aralarında birtakım görüş ayrılıkları vardı. Bu ayrılıkların iktidar kavgasına dönüşmesi hiç de uzun sürmedi. Başta en etkili isimlerden biri olan Robespierre hasımları tarafından iktidardan düşürüldü. Bir ara kendisinin birçok kişiyi yolladığı giyotinin altında, kaderin bir hesaplaşması olarak, 1794'te bu defa kendisi hayata veda etti. İhtilalden sonra kral devrilmiş ve monarşi rafa kalkmıştı. Fakat oluşturulan ilk anayasa pek de özgürlükçü değildi.Seçme ve seçilme hakkı sınırlandırılmıştı. Sadece belirli miktardaki geliri olanlar ve tespit edilen meblağda yıllık vergiyi ödeyenlerin oy kullanma veya aday olma hakkı vardı.
Hristiyan teolojisine göre, son akşam yemeği'nde İsa, havarilerine içlerinden birinin kendisine ihanet edeceğini söylüyor. İhanet edicek olan bu kişi Judas Iscariot'tur. Kısa bir süre sonra, Judas Iscariot, İsa'yı romalı askerlere yakalatır. Ancak askerler İsa'yı tanımamaktadırlar ve Judas askerlere, öpeceği kişinin İsa olduğunu daha önce söylemiştir. Askerler İsa'yı ve aralarında Judas'ın da bulunduğu havarileri kıstırınca Judas, İsa'nın yanına giderek yanağından öper (judas kiss) ve romalı askerler böylece İsa'yı yakalar. Judas'ın ortadoğu ve yakın coğrafyadaki adı "yahuda" olarak telaffuz edilir.
Judas öpücüğü Samson'in Delila'si gibi İsa'nın Judas'ı tarafından gelen sonunun başlangıcı öpücüktür. Nasıl ki Samson aşık olduğu için kendisini aldatmayacağına inandığı Delila'ya sırrını açıp saçlarını kaybeder, işte aynen böyle güvendiği Judas tarafından öpücükle mühürlenir İsa'nın ömrü. Düşmanlarının onu ayırt etmesini sağlayan şeyin bir öpücük olması ironiktir. Ama Samson örneği düşünüldüğünde İsa'nın sonunun tek başına gelmesi Samson'un düşmanlarından hiç değilse öcünü alırken ölmesi sonucuyla daha kötüdür.
Rivayete göre İsa'nın çarmıha gerilmesinden sonra pişman olan Judas kendisini erguvan ağacının (bkz: judas tree) dallarına assa da bunu İsa'ya henüz ulaşabilecek iken yapmadığı için pişmanlığı daha büyük olmuş. Normalde beyaz çiçekleri olan erguvan Judas'in günahkar kanı ile mor çiçekler açmış.
Bartholomew, genellikle isa tarafından seçilen oniki havarilerden biri olarak tanımlanır. Tarihsel olarak hakkında pek az şey biliniyor ve ölüm tarihi belli değil ancak geleneksel olarak Ermenistan'da öldüğü dile getirilir. Günümüzdeki İran, Türkiye, Ermenistan, Etiyopya ve Mezopotamya yörelerinde misyonerlik yapmıştır. Bartholomew’un, Ermenistan kralının erkek kardeşini hristiyanlığa geçirmesi sonrasında kral Astyages tarafından ölüme mahkum edildiği belirtilir. Ancak bu ölümün şekli bir tartışma meselesidir: kafası mı kesildi, yoksa çarmıha mı gerildi? Bununla birlikte, Bartholomew'un genellikle Grotesk ve Fresklerde tasvir edildiği yöntem, derisi yüzülmüş şeklindedir.
Derisi vücudundan tamamen kesilip alındı, hem de hala hayattayken.Ve sonra iyi bir önlem almak adına kafası da kesildi. Etrafına sarılı “doğum günü elbisesi” ile sık sık soyulmuş ya da yarı soyulmuş olarak tablolarda tasvir edilir. Bartholomew, birçok mesleğin koruyucu azizidir.
Şubat 1846 tarihinde Jagiellonian
Universitesinde felsefe profesörü Michał Wiszniewski, öğretim görevlisi
ve avukat Jan Tyssowski ve Edward Dembowski liderliğinde Polonyalıların
ulusal bağımsızlık için mücadelesi sonucuda meydana gelen ayaklanma.
Direnişin merkezi Kraków aynı zamanda Rus İmparatorluğu'nun
yönettiği ve birçok illerin birleşmesi ile oluşmuş Krakow Serbest
Şehri'nin başkentiydi. Ayaklanma Avusturya birliklerine yardım eden
yerli köylüler sayesinde kısa sürdü ve dokuz gün sonra direniş kırıldı.
Sonrası
Avusturya ve Rusya
ayaklanma bittikten sonra 16 Kasım tarihinde bir antlaşma imzaladılar.
Anlaşma ile Rusya'nın yönettiği Krakov ve çevresi Avusturya
İmparatorluğu'nun bir parçası olan Galiçya Krallığı ve Lodomeria'nın
olacaktı.
Önemi
Karl Marx ve Friedrich Engels, ayaklanmayı övgüyle bahsederek "toprak reformu amaçlayan demokratik hareketi." demişlerdir. "Avrupa'daki toplumsal devrim bayrağını ilk dikme eylemi" düşüncesi Polonya tarihinde yaygın bir görüştür.
Stratejik Savunma Girişimi, bilinen adıyla Yıldız Savaşları, 1980'li yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri'nde o zamanki başkan Ronald Reagan tarafından tasarlanan bir askeri tasarıdır. Bu proje, Amerika Birleşik Devletleri'nin Soğuk Savaş dönemindeki rakibi SSCB'nin kıtalar arası balistik füzelerini uzaydan kontrol edilen lazer ışınları ile henüz Amerikan topraklarına ulaşmadan yok etmesi üzerine kurulu bir bilimkurgu ürünü, gerçekdışı projedir.
Tasarıya, uzayda belirli koordinatlarda konuşlandırılmış Amerikan uyduları, merkezden veya kendilerinin tespit ettiği kıtalar arası balistik füzelerin, güçlendirilmiş lazer ışınlarının üzerlerine odaklanıp havada yakılmaları, böylece bir tehdit oluşturmadan imha edilmelerini sağlamaya yöneliktir.
Yıldız Savaşları tasarısı, 1980'lerde ekonomisi çökmeye başlayan SSCB'nin kaldıramayacağı kadar büyük bir yük getirdiğinden SSCB bu tasarıya eş değer veya daha üstün değerde bir karşılık verememişti.
Tasarı
1980'li yıllarda SSCB'ye karşı sürdürülen ideolojik ve teknolojik mücadelede daha atak bir politikanın öncülüğünü yapan ABD Başkanı Ronald Reagan 1982 yılının Temmuz ayında "Ulusal Uzay Programı"nı Mart 1983'te ise kamuoyunda "Yıldız Savaşları" olarak bilinen "Stratejik Savunma Girişimi"ni (Strategic Defense Initiative) başlattı.
Aslında uzayın askerî amaçlarla kullanılması daha önce başlamış, hem ABD hem de SSCB tarafından bu amaçla uzaya çok sayıda uydu gönderilmişti. Ancak, Stratejik Savunma Girişimi ile silahlanma yarışının uzaya taşınması büyük hız kazanacaktı. ABD uzayda kuracağı sistemle Sovyet balistik füzelerini havada etkisiz hale getirmeyi amaçlıyor ve böylelikle caydırıcılığın artacağını ileri sürüyordu. Ama bu durumda iki süper gücün birbirini yok etme yeteneğine dayanan "dehşet dengesi" bozulacağı için buna karşı çıkılıyordu. Ayrıca, bu girişimin 1972 yılında imzalanan Anti-Balistik Füzeler (ABM) anlaşmasına da aykırı olduğu ileri sürülüyordu.
Her ne kadar silahlanma yarışının bir aşaması olarak görülse de, Stratejik Savunma Girişimi 1980'lerde ekonomik zorlukları yoğun biçimde hissetmeye başlayan SSCB'yi benzeri bir girişime zorlayarak SSCB'nin dağılmasını hızlandırmak amacını da taşıyordu.
Çok kapsamlı bir proje olan Stratejik Savunma Girişimi, gerek askeri gerekse sivil alanda teknolojik gelişmeye yapacağı katkılar açısından da önem taşıyordu. Bu yüzden, (80'lerin sonu 90'ların başında Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle gündemden düşen Stratejik Savunma Girişimi, 2000'li yıllarda ABD Başkanı George W. Bush tarafından Ulusal Füze Savunma Sistemi (Füze Kalkanı Projesi) adıyla yeniden gündeme getirildi. Ama aslında hiçbir bilimsel gerçekliği olmayan tamamen hayal ve bilimkurgu ürünü olan bir proje olarak tarihte yerini aldı.
...ARS LONGA VITA BREVIS, OCCASIA PRAECEPS, EXPERIMENTUM PERICOLUSUM, IUDICIUM DIFFICILE.
SANAT UZUN, HAYAT KISA, FIRSAT KAÇICI, DENEYİM ALDATICI, KARAR ZORDUR.
Sanatın değerini anlatmaya çalışan bu latince deyiş: sanatın insan hayatından uzun süreceğini, insanların bir gün öleceğini fakat sanatın bitmeyeceğini anlatır. Ayrıca devamında ise fırsatların her an kaçabileceğini, deneyimlerin insanı aldatacağını, verilecek olan kararların ise çok zor olduğunu ve verdiğimiz her bir kararın hayatımızı şekillendireceğini anlatır.
Uzun dönemli bir barışın, ancak savaş döneminden sonra geleceğini anlatan latince bir kalıp.Ayrıca Parabellum, 9mm bir mermi türü. Luger P08 türü tabanca için kullanılabiliyordu.
Tanrılar beni küçük yaşımda sürdüler yuvamdan, itiraz edemedim; çelimsiz, beceriksiz,
silik bir evlattım. Söyleyecek söz bulamadım, alt tarafı bir
ölümlüydüm. Yalnız kalmanın, yenik düşmenin nasıl bir şey olduğunu
bilirdim sadece. Sen böyle yenikken başkasının iyi talihinin nasıl diken
gibi battığını da.
Lakin kader örgüm henüz sonlanmamıştı. Sürgünüm
Aristos Achaion’un yanına, güzelliğinin güneşi dibinde diz çökmeye
çıkmıştı. Mağlup olmuştum lakin böyle bir güzellik karşısında mağlup
olmaktan kim utanır ki? Hikâyelerimizde o en iyimiz, en kahraman, en
kuvvetlimiz olarak geçer. Hikâyelerimize göre bunun sebebi damarlarında
akan ilahi kandır. Hikâyelerimiz yaşlılar tarafından ateş başlarında
anlatılır, kahramanlardan bahseder ama kahramanlar yaşlanmaz hiç.
Yazar : Madelline Miller
Çevirmen : Seda
Çıngay
Yayın Tarihi :
08/06/2020
Dil : Türkçe
Sayfa Sayısı : 376
Onu görmeden önce sesini
duydum: Çığlığı surlarımızın içinde yankılanıyordu. Tanımak için onu
görmenize gerek yoktu, şanı savaşacağı yerlere önceden gelirdi: Yüce ve
zeki Akhilleus, tanrılara benzeyen Akhilleus… Ondan bahsederken bu
isimlerin hiçbirini kullanmazdık. “Kasap” derdik biz ona.
Beni
kendi şehrimden, tahtımdan kopardığı gün eski hayatıma dair her şey
ardımda kaldı. Troya’yı almak üzere yola çıkmış bir ordunun kölesi,
kardeşlerimi ve kocamı öldürmüş Akhilleus’un odalığıydım artık. Kim
olduğunu önemsemediği bir ganimettim onun için, fazlası değil.
Yazar : Pat Barker
Çevirmen : Seda
Çıngay
Yayın Tarihi :
19/06/2020
Dil : Türkçe
Sayfa Sayısı : 320
Yunanistan kralı Agamemnon'un Troya'ya yaptığı seferi anlatan bu iki kitapta yazarlar aynı olayı farklı bakış açılarından ve yorumlardan esinlenerek anlatmıştır. Akhilleus'un Şarkısı'nda, savaşın vahşetini ve dramını kahramanlık hikayeleri ile gizlemiş olan yazar; Kızların Suskunluğu'nda olayı esir olan ve vahşete tanık olan kadınların gözünden anlatan Pat Barker'dan farklı olarak betimlemiştir. Birbirini tamamlayıcı nitelikte olan bu kitaplar antik Troya dönemini merak eden okuyuclar içi başyapıt niteliğindedir.
"Cesur Yeni Dünya" bizi
"Ford'dan sonra 632 yılına" götürür. Bu dünyanın cesur insanları
kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan Londra Merkez Kuluçka ve
Şartlandırma Merkezi'nde üretilirler. Kadınların döllenmesi yasak ve ayıp
olduğu için, "annelik' ve 'babalık' pornografik birer kavram olarak
görülür Toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırma hipnopedya
-uykuda eğitim- ile sağlanır. Hipnopedya sayesinde herkes mutludur; herkes
çalışır ve herkes eğlenir. "Herkes herkes içindir."
"Cesur Yeni Dünya"nın önemi
yalnızca ardılları için bir standart oluşturması ve karamsar bir gelecek
tasarımının güçlü betimlemesiyle değil, aynı zamanda 'birey yok edilse de süren
macerasının' sağlam bir üslupta anlatılmasıyla da ilgili. Huxley, yapıtını ütopa
geleneğinin kuru anlatımının dışına çıkarıp 'iyi edebiyat' kategorisine
yükseltiyor.
Yazar: Aldous Huxley
Çevirmen: Ümit Tosun
Yayınevi : İthaki Yayınları
Cesur Yeni Dünya, 1984 ve Fahrenheit 451, 20 yüzyılın ütopik ve distopik bağımsız üçlemeleridir. Yazarlar istediği yada korktuğu gelecek yüzyılı bu eserlerde gelecek nesillere aktarmak istemişlerdir.
Distopya olarak nitelendirilen George
Orwell’ın bu şahane eseri, geçmişin aslında ne kadar da gelecekten izler
taşıdığını ortaya koyuyor. 1948’de kaleme aldığı bu eser ile Orwell, günümüz
modern dünyasına bir protesto bırakıyor. Her ne kadar kitabında 1984 yılını
tasvir etse de kitabın derinliklerinde bugünden izler de bulabilmeniz mümkün.
Bu durumda elbette ki George Orwell’ın ileri görüşlülüğü etkili.
Sovyet Rusya’ya bir eleştiri
niteliğinde olan bu kitap, günümüz siyasetinin baskısı, toplumdaki
adaletsizliği, insanların tek tipleştirilmek istenmesi, zihnin kontrolü ve
bireyselliğin yok edilmesi gibi kavramlar üzerinde de duruyor. Ütopik olduğu
kadar gerçekçi yönlere de yer veren roman, sizi yaşadığınız toplum düzeni
içerisinde de düşünmeye davet ediyor. Önlem alınmadığı takdirde nerelere
sürüklenebileceğimiz konusunda ipuçları veren bu romanı, elinizden
bırakamayacaksınız.
Modern Dünyaya Bir Protesto:
1984
Büyük Birader olarak adlandırılan
kişi ve onun denetimindeki partisi, Okyanusya yönetiminin başıdır. Okyanusya’da
Büyük Birader’in otoritesiyle, toplumda hiyerarşik bir sınıflandırma bulunur.
Topluma, tüm insani duygulardan arınmalarını emreden Büyük Birader; ülkede
aşkı, erotizmi, bireysel evliliği ve günlük tutmak gibi insani eylemleri de
yasaklamıştır. Evlilikler, tamamen devlet kontrolündedir ve amaç yalnızca
devlete hizmet edecek çocuklar yetiştirmektir. Diğer yandan, ülkedeki tüm
yazılı ve yazısız yayın organları, sadece devlete bağlıdır ve asla kendi
düşüncelerinizi ifade etmenize izin verilmez.
Çoğunluğun bu sisteme uyduğu ve
itiraz etmeksizin Büyük Birader’e saygı gösterdiği Okyanusya’da, elbette ki
sisteme karşı gelen kişiler olacaktır. Bunlardan biri de Doğruluk Bakanlığı’nda
çalışan Winston’dır. İçerisinde bulunduğu sıkışmışlık hissi, onu her şeye karşı
gelmeye itecektir. Hikayede burada başlar. Winston’ın başkaldırışı, Julia ile
olan yakınlaşması ve eylemleri sonucu başına gelenleri George Orwell, büyük bir
ustalıkla işlemiştir. Kitabın sonundaysa Winston’ın türlü işkenceler sonucu,
devlete bağlı bir vatandaşa dönüştürüldüğüne tanık oluruz.
Bunu Biliyor muydunuz?
George Orwell kitabın geçtiği yıl
olarak aslında 1980 yılını seçmiştir. Fakat kitabın tamamlanması, Orwell’ın
hastalığının da etkisiyle uzadıkça yılı, 1982 olarak değiştirmiş, sonrasında
ise 1984 yılında karar kılmıştır. Bunun nedeni ise Orwell’ın kitabın yazımını
1948 yılında tamamlamasıdır. Orwell, 1948’in son 2 rakamının yerlerini
değiştirmeye karar verir. Böylece kitap, 1984 adı ile basılır.
Askeri Güç Olarak Üstün İngilizler, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı Neden
Kaybetti?
1775–1783 yılları arasında Büyük Britanya ve Kuzey
Amerika'daki On Üç Koloni arasında geçen savaşı, o dönem için net bir şekilde
daha güçlü olan Britanya tarafı tam olarak nasıl kaybetti?
amerikan bağımsızlık savaşı konusunda anahtar suallerden birisi,
ingiltere'nin savaşı nasıl ve neden kaybettiğidir. savaşı ingilizler ne kadar kaybettiyse amerikalı
kolonistler de o kadar kazanmamıştı. ingiltere, savaşı sömürgecilerin
gayretlerinden bağımsızca yalnız başına kazanma imkanına sahipti, fakat
kazanmayı seçeceğine, aşağı yukarıya savsaklık sebebiyle kaybetmişti.
çoğu çarpışmada, sözgelimi fransa ve ispanya bir yanda, ingiltere, avusturya
ve birleşik eyaletler diğer yanda olmak üzere, ispanya kralı 2. charles'ın
ölümü üzerine yapılan, ancak sonuçsuz kalan savaşta, yedi sene savaşları'nda,
napoleon dönemi savaşlarında, amerikan iç savaşı'nda, fransa-prusya savaşı'nda,
çağımızın iki dünya savaşında, savaşanlardan birinin zafer veya mağlubiyeti
askeri kavramlarla izah edebilir. bunlar gibi çoğu çarpışmada tarihçiler, kimi
stratejisel ve stratejik kararlar, bazı seferberlikler, bazı muharebeler, bazı
lojistik hesaplamalar (endüstriyel imalatı ayarlamak veya savaş gücü oluşturmak
benzeri veyahut kolayca hırpalama metodu gibi bir veya ansızın fazla belirli
etken gösterebilir. yeniden tarihçiler, "bu gibi tek veya birleşik
etkenlerden rastgele biri, çarpışanların birinin başarısızlığına veya savaşa
devam etmesini imkansız kılmaya yeterlidir" demektedir. yeniden de
amerikan bağımsızlık savaşı'nda, tarihçilerin doyurucu olarak ortaya
koyabilecekleri bu gibi etkenler yoktur. hem de genelde 'neticesi belirleyici'
olarak belirtilen iki muharebe; saratoga ve yorktown muharebeleri, amerikan
ahlak kavramlarına göre 'neticesi belirleyici' sayılabilir veya belki de
geçmişte yapılan hataların farkına varılmasının ışığında kılıcın keskin iki
yanı gibi görülebilir. bu kavramlardan hiçbiri, ingiltere'nin savaşa devam
edebilme kapasitesini ne zayıflatmış ne de ciddi bir şekilde bozmuştur. savaş,
saratoga'dan sonra dört sene daha devam etmiş ve bu müddet içinde bir dizi
zafer, ingilizler'in uğradığı bozgunları yerine koymuştur. comwallis, new
york'ta abluka edildiğinde, kuzey amerika' daki ingiliz askerleri hali hazırda
tam ve eksiksiz, hali hazırda rastgele bir yerde operasyonlara devam edebilecek
şekilde yer tutmuş ve hali hazırda stratejik ve sayısal olarak avantajlı bir
pozisyondaydı. amerikan bağımsızlık savaşı'nda ne waterloo ile
karşılaştırılabilir net bir zafer, ne de gettysburg ile karşılaştırılabilir,
kaçınılmaz bir 'dönüm noktası' bulunmaktaydı. görüldüğü kadarıyla sanki herkes
yorgun düşmüş, sıkılmış, alakasını kaybetmiş ve toparlanıp yuvaya dönme
hazırlığına başlamıştı.